İMÂM-I RABBÂNÎ "KUDDİSE SİRRUH" HAZRETLERİNİN
ÜSTÜNLÜĞÜ VE MEDHİ
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, müceddid-i elf-i sânîdir. Ya'nî hicrî ikinci binin müceddididir. Eski ümmetler zemânında, her bin senede yeni din getiren bir Resûl gönderilirdi. Yeni din önceki dîni değişdirir, ba'zı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede de bir Nebî gelir, din sâhibi peygamberin dînini değişdirmez, kuvvetlendirirdi. Hadîs-i şerîfde; bu ümmete ise, her yüz yıl başında İslâm dînini kuvvetlendiren bir âlim geleceği haber verilmektedir. Peygamber efendimizden "sallallahü aleyhi ve sellem" sonra peygamber gelmeyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, İslâm dînini her bakımdan ihyâ edecek, dîne sokulan bid'atleri temizleyip, asr-ı se'âdetdeki temiz hâline getirecek, zâhirî ve bâtınî ilmlerde tam vâris, âlim ve ârif bir zâtın olması lâzımdı. Hadîs-i şerîfler bunu bildirmekdedir. Bu mühim hizmeti, İmâm-ı Rabbânî hazretleri yapmışdır.
Bütün İslâm âlimleri, bu zâtın İmâm-ı Rabbânî hazretleri olduğunda ittifâk etmişlerdir. Peygamberimizden "sallallahü aleyhi ve sellem" tam bin sene sonra, ilm ve irşâd kürsîsine mutlak olarak oturup, cihânı Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" nûrları ile aydınlatdı. Bid'atleri temizleyip, İslâm dînini ihyâ etdi. Onun zemânında Hindistânda ve hattâ bütün İslâm âleminde baş gösteren sapık fikirler, bozuk inanışlar yayılmağa başlayıp, büyük fitneler çıkmışdı. Ayrıca tesavvufda vahdet-i vücûdu anlatan sözler, Müslimânlar arasında çeşit çeşit şekllere sokuldu. Bu yüksek ve kıymetli bilgi anlaşılamadı. Birçok câhiller, büyüklerin sözlerinin ma'nâlarını anlamıyarak zemânla dinden çıkdı. İslâmiyyete karşı olanlar da bunu fırsat bilip, müslimânları doğru yoldan ayırmak için çalışdılar. Böylece tesavvuf bilgileri ile İslâmiyyetin hükümleri arasında ayrılık ve çatışma varmış gibi, ikisi birbirinden ayrıymış gibi gösterilerek, müslimânlar çeşitli ismler altında birbirlerinden ayrılmağa ve birbirlerine düşmân edilmeğe çalışıldı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, başta vahdet-i vücûd bilgileri olmak üzere, yanlış anlaşılan dahâ birçok mes'eleyi, gayet açık bir şekilde îzâh ederek, insanların zihinlerini ve kalblerini, yanlış ve bozuk inanışlardan, bid'atlerden temizledi. Hakkı bâtıldan ayırıp, Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" hak ve doğru yol olduğunu haber verdiği Ehl-i sünnet i'tikâdını her yere yaydı. Genç-ihtiyâr herkes ve birçok âlim onun etrâfında toplandı. Kendisine ilk def'a (Müceddid-i elf-i sânî) ismini veren, zemânının en büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyalkûtidir "kuddise sirruh". O zemânın diğer büyük âlimleri de onu medhetmiş, övmüşdür.
Geçmiş insanların hâllerini, ilmlerini, cehllerini, salâh ve dalâletlerini anlıyabilmek için, çeşidli yollar vardır. Bunlardan birisi: Bir mezheb, bir rejim, bir yol sâhibi ise, kurduğu yolu incelemekdir.İkincisi: Eserlerini, kitâblarını okumakdır. Üçüncüsü: Onun hakkında insâf ile söyleyip, meziyyet ve kusûrlarını bildirenleri dinlemekdir.
İmâm-ı Rabbânîyi "kuddise sirruh" bu üç bakımdan da tedkîk edelim:
Bu haberlerin hepsi, ne kadar kuvvetli olsa da, zan olup, ilm ve kat'iyyet bildirmez. Dostlar için ilm gibi olup, düşmânların, inâd ve inkâr edenlerin cehllerini artdırır. Çünki kabûl edenlerin çokluğu ve büyüklüğü karşısında red ve inâd etmek yâ sefâhet ve alçaklık veyâ câhillikdir. İşte imâmlarımız hakkındaki yukarıdaki hadîs-i şerîfleri kabûl etmeyip inâd eden vehhâbîler böyledir. Mehdîyi inkâr edenler de böyle olup, birçok hadîs-i şerîflere inanmamış oluyorlar. Bunun için Mehdî geleceğine inanmıyan kâfir olur, denildi.
Bunun gibi, yehûdîler ve hıristiyânlar, kendi kitâblarında Muhammed aleyhisselâmın geleceği müjdelendiği hâlde inanmıyorlar. Mü'minler ise, kat'î olarak inanıyoruz.
İmâm-ı Rabbânî "radıyallahü anh" için de, böyle müjdeler vardır ve dostları için kat'îve muhakkakdır. Düşmânların da, inkâr ve inâdı artmakdadır. İnananların fâidesi kendine, inanmıyanların zararı da kendinedir.Mü'minin, tanımadığı bir mü'mine bile iyi zanda bulunması lâzımdır
O hâlde haklarında cildlerle kitâb yazılmış olan ve eserleridünyâyı doldurmuş bulunan ve onların izinde gidenler zemânlarının en kıymetlisi, en sevileni olan, iyilikleri güneş gibi her yerdeparlıyan Evliyâya iyi zan lâzım olmaz mı?
Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki(Ümmetimden Sıla isminde biri gelecekdir. Onun şefâ'atı ile Cenneteçok kimseler girecekdir). Bu hadîs-i şerîfi, imâm-ı Süyûtî "rahimehullahü teâlâ" (Cem'ül-cevâmi') kitâbında yazıyor.İmâm-ı Süyûtî(Cem'ül cevâmi') kitâbında, bu hadîs-i şerîfi, İbni Mes'ûd Abdürrahmânibni Yezîdden, O da hazret-i Câbirden "radıyallahüanhüm" rivâyet ederek bildiriyor. İmâm-ıRabbânî "kuddise sirruh" Evliyânın (vahdet-i vücûd) üzerindekisözlerini geniş açıklayıp, islâmiyyete uygun olduğunu isbât ederek,ahkâm-ı islâmiyye ile tesavvufu vasl etmiş, ya'nî (Sıla) ismini haketmişdir.(Sıla), birleşdirici demekdir. Tesavvufu fıkh bilgileri ile birleşdirdigi için bu ism, İmâm-ı Rabbânîye "kuddise sirruh" verildi.Zemânın âlimleri, Ona bu ism ile hitâb eylediler. Kendisi de, oğlu Muhammed Ma'sûma "kuddise sirruh" yazdığı bir mektûbda,(Beni iki deryâ arasında sıla yapan Rabbime hamd ederim) diyebuyurmakdadır.Eshâbı arasında buism ile meşhûr olmuşdur. Hadîs-i şerîfde müjdelenen Sıla isminiondan evvel kimse almamışdır. Bu ismin, imâm-ı Rabbânîye lâyıkolduğu, güneş gibi meydândadır. Buna inanan, ona sevgili olur. İnanmakda yanıldı ise, velîye, hâlis müslimâna, iyi zanda bulundudiye, dünyâda ve âhıretde ayblanmaz. İmâm-ı Alî "radıyallahü anh" buyurdu ki, şi'r:
Tabîb ile tabî'iyyeci zan etdi ki insanlar,
ölüp çürüdükde, bir dahâ var olmazlar.
Sözünüz doğru çıkarsa, değilim hiç zararda,
sözüm doğru olduğundan, kalacaksınız Cehennemde.
Mevlânâ Ahmed-i Nâmıkî Câmî ve Halîlullah-ı Bedahşî gibibüyük Velîler, imâm-ı Rabbânînin "kuddise sirruh" geleceğini önceden haber vermişlerdi.
Mevlânâ Câmî "kuddise sirruh" (Nefehât) kitâbında diyor ki: Şeyh-ül-islâm Ahmed Nâmıkî Câmî buyurdu ki: (Evliyânın çekdiği riyâzetlerin, sıkıntıların hepsini yalnız başıma çekdim ve dahâçok da çekdim. Allahü teâlâ, Evliyâya verdiği hâllerin, ihsânlarınhepsini bana verdi. Her dörtyüz senede, Ahmed isminde bir kulunaböyle büyük ihsânlar yapar ve bunu herkes görür). Ahmed Câmîden,imâm-ı Rabbânî "kuddise sirruh" zemânına kadar dörtyüzotuzbeşsene olup, bu zemân içinde Evliyâ arasında bu büyüklükde,Ahmed isminde biri bulunmadı. Ahmed Câmînin haberi, büyükbir zan ile imâm-ı Rabbânîye "radıyallahü anhüm" âid olmakdadır. Şeyh-ül-islâm Ahmed Câmînin "kuddise sirruh" (Bendensonra benim ismimde onyedi kişi gelir. Bunların sonuncusu bin târîhindensonra olup, en büyüğüve en yükseği odur) sözü de, buzannı kuvvetlendirmekdedir.
Halîl-ül-Bedahşî "kuddise sirruh" buyuruyor ki: Silsiletüz-zeheb büyüklerinden Hindistânda bir kâmil gelir ki, asrında onungibi bulunmaz. Hindistânda bu silsileden, imâm-ı Rabbânîden"kuddise sirruh" başka meydâna çıkmamış olduğundan, bu haberinona âid olması zarûrî lâzımdır.
Kerîmlerin sofrasından toprağa da nasîb vardır!
Mübâlağa değil, işin doğrusu şöyledir ki, Şeyh-ül-islâm Abdüllah-i Ensârî "rahime-hullahü teâlâ" buyurmuş ki, (Beni, Ebül Hasen-i Harkânî "rahime-hullahü teâlâ" yetişdirdi. Fekat Harkânî şimdi sağ olsaydı, hocam olduğunu düşünmez, gelip önüme diz çökerdi.) Bizim durmamız, ihtiyâcımız olmadığından veyâ ehemmiyyet vermediğimizden değil, belki kabûl işâretini gözetmekdeyim. İşin doğrusu budur. Allahü teâlâ, bizlere hidâyet ihsân eylesin! Kendini beğenmekden ve aldanmakdan korusun! Bu mektûbumu size getiren Nişâpûrlu Seyyid Sâlih, kalbinin derdine çâre için bana geldi. Vaktim, hâlim buna elverişli olmadığından, vaktlerini yanımda ziyân etmemesi için, size gönderiyorum. İnşâallah lutf ve yüksek teveccühünüze kavuşarak isti'dâdı kadar bir şeyler alır.
Allahü teâlâ, ilm ve irfân fukarâsını, bir şeyden nasîbi olmıyanları, sevip seçdiği Evliyâsı "rahime-hümullahü teâlâ" hürmetine maksadlarına kavuşdursun! Evliyâ kaynağı olan makâmınıza ihlâs ve saygılarımı arz edemedim. Evet, hâlleri doğru olan bir huzûra, ancak bu kelîmeyi yazmak mümkindir. Size talebem demek, hayâsızlığın en aşağısı ve görünüşün söylenmesi olup, hakîkati örtmek olur. Bize lâzım olan, haddimizi bilmek, yersiz konuşmamakdır. Düâlarınızı istirhâm ederim efendim."
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hocası Muhammed Bâkî-billahın "kuddise sirruh" büyük oğlu Hâce Ubeydullah, İmâm-ı Rabbânîye "kuddise sirruh" yazdığı bir mektûbda onu şöyle medh etmişdir:
"Kölelerinizin en aşağısı, hakîr Ubeydullahın, ihlâs ve ihtisâsın menba'ı olanyüksek makâmınıza arzıdır. Bu yolun bütün sarhoşluklarından kurtulup,ayıklıkda ve uyanıklıkda en ileri gitmiş olanların başı, tâliblere yol gösterenlerin önderi, Şeyhülislâm, karanlıkları aydınlatan, bütün insanların rehberi,uykudaolanların uyandırıcısı, ameli kuvvetli, vera'ı çok, kemâli üstün, nûr yüzü, nûr kaynağı olan azîz efendim!
İslâm dîninin kuvvetlendiricisi, nûrlandırıcısı, bid'at ve alçak şeylerden dînin temizleyicisi, doğruyu ve hakkı söyleyen, dînini kayıran, dînin sağlam hükümlerini koruyan, hakkı arayanlara feyz verme makâmlarının sâhibi, aşağı mertebelerden se'âdet ufkuna yükselen muhterem efendim!.."
Hâce Muhammed Bâkînin "kuddise sirruh" talebesinin enbüyüklerinden ve en yüksek âlimlerden olan Seyyid MuhammedNu'mân "rahime-hullahü teâlâ" diyor ki: imâm-ı Rabbânîye tâbi'olmağı hocam bana söyleyince, buna lüzûm olmadığını anlatmakiçin, (kalbimin aynası ancak sizin parlak kalbinizin nûruna karşıduruyor) dedim. Hocam sert bir sesle: (Sen, Ahmedi ne sanıyorsun?Onun, güneş olan nûru, bizler gibi binlerle yıldızı örtmekdedir)buyurdu.
Talebelerinin meşhûrlarından Muhammed Hâşim-i Keşmî (Zübdet-ül-makâmât) adlı eserinde şöyle yazmışdır: "Kalbimden geçti ki: "Eğer Allahü teâlâ, bu zemânın âlimlerinin en büyüklerinden birine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Müceddid-i elf-i sânî olduğunu (ikinci binin kuvvetlendiricisi olduğunu) bildirse, bu ma'nâ tamamen kuvvetlenirdi." Birgün bu düşünce ile İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gitdim. Bu fakîre hitâb edip buyurdular ki: "Birçok kıymetli kitâblar yazan aklî ve naklî ilmlerde Hindistânda bir benzeri bulunmayan Abdülhakîm Siyalkûtîden mektûb aldım." Bunu söyleyip tebessüm etdi. Sonra da; "Mektûbunun bir yerinde, bu fakîri medhedip; "Müceddid-i elf-i sânî" yazıyor" dedi.
Üstâdından başka, o zemânın büyük âlimlerinden, kâmillerindenbirçoğu, ona, lâyık olan medh-ü senâlarda bulunmuşlar,ona karşı edebsizce söyliyenlere cevâb vererek, hepsi onunma'rîfet ışığı etrâfına pervâne gibi toplanmışlardır. Bunlardan parmaklagösterilen en büyükleri, meselâ, Fadlullah-i Burhânpûrî,Mevlânâ Hasenülgavsî,Mevlânâ Abdülhakîm-i Siyâlkûtî,Mevlânâ Cemâleddîn-i Tâluvî,Mevlânâ Ya'kûb Sırfî,Mevlânâ HasenülKubâdânî,Mevlânâ Mîrekşâh,Mevlânâ Mîr Mü'min,MevlânâCan Muhammed Lâhurî ve Mevlânâ Abdüsselâm Diyukîdir.MuhaddisAbdülhak-ı Dehlevî, ömrünün çoğunu ona karşı gelmeklegeçirip, son zemânlarında kalb aynası nefsinin pas ve tozlarındankurtulup, o güneşin nûrları kalbini parlatınca, onun medhine ve inâdcıların iftirâlarını red etmeğe başlamışdır.
Fadl Burhânpûrî onun güzel evsâfını, doğru hâllerinidinlemekden hoşlanır, kıymetli ma'rifetlerini işitmeklezevklenirdi. Onun, kutbül-aktâb, ya'nî zemânının imâmı olduğunuve hakîkat sırlarından verdiği haberlerin hep doğru ve çok kıymetliolduğunu ve sözlerinin doğruluğuna ve hâllerinin yüksekliğine alâmet, islâm dîninin bütün inceliklerine tâbi' olması ve herkesinonu sevmesi olduğunu söylerdi. İmâm "kuddise sirruh" habsolduğu zemân, kurtulması için beş vakt nemâzda çok düâ ederdi.Kendisine Sihrind
taraflarından talebe gelince (Siz imâm-ı Rabbânîyeyakın olup da, ilmi, ma'rifeti başka yerlerde arıyorsunuz. Güneşibırakıp, yıldızların ışığına koşuyorsunuz. Sizlere şaşıyorum)derdi.
Hasenül Gavsî, onu çok medh ederdi. (Menâkıbül-evliyâ)kitâbında, imâm için (Mahbûbiyyet makâmının sâhibi ve vahdâniyyetmeclisi kürsîsinin zîneti ve ferdiyyet makâmının ehli, kutbiyyetmertebesinin reîsi) yazmakdadır.
Belh şehrinde bulunan mîr Muhammed Mü'min Kübrevî,talebesinden birini, inâbet ve tevbe ve sülûk için imâm-ı Rabbânînin"kuddise sirruh" huzûruna gönderdi. Gelince, üstâdından veSeyyid Mîrekşâhdan ve Hasen-i Kubâdânî ve Kâdıl Kudât Tulekdenselâm getirdi ve dedi ki, üstâdım mîr Muhammed Mü'min buyurduki, ihtiyârlığım mâni' olmasaydı ve yerim yakın olsaydı, gidipdersinden istifâde eder, ölünciye kadar ona hizmetçilik ederdim.Kimseye nasîb olmıyan nûrları ile kalbimi aydınlatmağa çalışırdım. Bedenim uzakda, gönlüm ise, onunla oradadır. Bu fakîri,huzûrunda bulunan temiz talebesi gibi kabûl buyurmasını ve mukaddes nûrlarından rûhuma ışık salmasını yalvarırım ve benim içinde mubârek elini öp! dedi, deyip imâmın "kuddise sirruh" bir dahâelini öpdü. Vedâ' edip ayrılırken de dedi ki: Belh şehrindekiazîzler, kendilerine, yüksek hakîkatleri bildiren mektûblarınızdangöndermenizi istirhâm etdiler. İmâm-ı Rabbânî "kaddesallahü sirrehülazîz" doksandokuzuncu mektûbu yazıp, diğer birkaç mektûblaberâber verdi. Bir zemân sonra, Belhden Hindistâna gelenba'zı sâdıklar dedi ki, imâmın "kuddise sirruh" mektûbu, mîr MuhammedMü'mine gelince, okurken zevkinden yerinde duramıyorduve Sultân-ül-ârifîn Bâyezîd ve Seyyidüttâife Cüneyd ve bunlargibi büyükler şimdi sağ olsalardı, imâm-ı Rabbânînin "kuddise sirruh"önünde diz çökerler, hizmetinden ayrılmazlardı, demişdi.
Hadîs âlimi, ilk zemânlar, imâm-ıRabbânî "kuddise sirruh" hazretlerinin yazılarını beğenmez, i'tirâzlaryazardı. Fekat, son zemânlarında, Allahü teâlânın inâyetine kavuşarak, yapdıklarına pişmân oldu. Tevbe etdi. Hâce MuhammedBâkînin me'zûnlarından, Mevlânâ Hüsâmeddîn Ahmede, butevbesini şöyle yazdı: Allahü teâlâ, Ahmed-i Fârûkîye selâmetlerihsân etsin! Bu fakîrin kalbi, şimdi ona karşı çok hâlis oldu. Beşeriyyetperdeleri kalkdı. Nefsin lekeleri temizlendi. Yol birliğini birtarafa bırakalım, böyle bir din büyüğüne karşı durmamak, akl îcâbıidi. Ne insâfsızlık, ne câhillik etmişim. Şimdi kalbimde, vicdânımda duyduğum mahcûbiyyeti, ona karşı küçüklüğümü anlatamam.Kalbleri çevirmek, hâlleri değişdirmek, Allahü teâlâya mahsûsdur.Abdülhak-ı Dehlevî "rahime-hullahü teâlâ" kendi çocuklarına da mektûb yazarak (Ahmed-i Fârûkînin "sellemehullahü teâlâ"sözlerine karşı i'tirâzlarımın müsveddelerini yırtınız! Kalbimdeona karşı hiçbir bulanıklık kalmamışdır. Kalbim ona karşı hâlisolmuşdur) dedi. Görülüyor ki, evvelki i'tirâzları insanlık îcâbı imiş.İşte inkâr edenlerin hepsi de böyledir. Cenâb-ı Hak, dilediğine,merhamet ederek, inkâr Cehenneminden kurtarıp, tasdîk Cennetinekavuşdurur. Tevbesinin sebebi iyi bilinmiyor. Ba'zıları diyorki: Resûlullahı "sallallahü aleyhi ve sellem" rü'yâda gördü ve inkârından dolayı kendisini azarladı. Ba'zıları da diyor ki, imâm hakkında Kur'ân-ı kerîmden kur'a çekdi (Yalancı ise, zararı onadır.Doğru söylüyorsa, Allahü teâlâ va'd etdiklerinden ba'zısını başınıza getirir!) meâlindeki âyet-i kerîme çıkdı. Bir kerre de (Onlar Allahüteâlânın sevgili kullarıdır. Alış verişde bile Allahü teâlâyıkalblerinden çıkarmazlar) âyet-i kerîmesi çıkdı. Ba'zıları da diyorki, ona karşı i'tirâzları, düşmânların gönderdiği uydurma bir mektûbsebebi ile idi. İşin doğrusunu anlayınca, pişmân olup tevbe etdi.
Tenbîh: Çocukları babalarından mektûb alınca, müsveddeleriyok etdiler. Fekat ba'zıları başkalarında kaldı. Birkaç fârisî kitâbdabunların yazıldığı görülmüş ve gâyet güzel cevâblar verilmişdir. İmâm-ı Rabbânîyi "kuddise sirruh" görüp medh eden âlimlerinhepsi yazılsa ayrıca bir kitâb olur.
Abdüllah Dehlevî "rahmetullahi aleyh", (Mekâtîb-i şerîfe)nin yüzdokuzuncu mektûbunda buyuruyor ki, (Bütün islâm memleketleri, imâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkînin feyzleri, nûrları ile doldu. Bütün müslimânlara, Onun feyzlerinin şükrünü yapmak vâcibdir. Onun bildirdiği yeni ma'rifetleri, feyzleri, Evliyâdan hiçbiri bildirmedi. Mevlânâ Hâlid-i Bagdâdî ve Mevlevî Hirâtî ve Mevlevî Kamerüddîn Pişverî, önceden anlayamamışlar. Bu fakîrin yanına gelip, müceddidî feyzlerine kavuşunca, bu yolun yüksek derecelerini, makâmlarını anlamışlardır.
İmâmı "rahime-hullahü teâlâ" vefâtından sonra medh edenlerden, âriflerin reîsi, hakîkatin rehberi, vâsılların senedi, maddî, ma'nevî kemâllerin sâhibi, ilm deryâsı, Ziyâeddîn mevlânâ Hâlid Osmâniyyi Bağdâdî "kuddise sirruh" olup, ince rûhunun terennümleri ile dolu olan fârisî dîvânının doksandördüncü sahîfesindeki beytlerinde buyuruyor ki: (Yâ Rabbî! O nihâyetsiz yolun yolcusu, ilm sâhiblerinin reîsi, bu göz ile görülemiyen, akl ile varılamıyan gizli sırların menba'ı; insanların anlıyamadığı, ancak senin bildiğin büyüklüğün sâhibi; köpüren, dalgalanan ma'nâlar deryâsı; maddesizlik, mekânsızlık âleminin reîsi; nûrları ile Hindistânı aydınlatan, Sihrind şehrini, Mûsâ aleyhisselâma Allahü teâlânın kelâmı geldiği şerefli vâdî yapan, Muhammed aleyhisselâmın dîninin büyüklüğünün vesîkası, keskin görüşlüler meclisinin ışığı, dîni bütün olanlar ordusunun kumandanı, düşünülemiyen yüksekliklere erişen, izinde gidenleri de oraya çeken Ahmed-i Fârûkînin "kuddise sirruh" gözlerinin nûru hurmetine beni afv et! Yüzümün karasına bakma! Kendime çok zulm etdim. Sayısız kabâhatler yapdım. Verdiğim sözü hiç tutmadımsa da, senin afv ve merhamet denizinin sonsuzluğunu düşünerek, râhat ediyorum. Yalnız senin ihsânına güveniyorum. Çünki (Ben afv ediciyim) buyuruyorsun!)
Onüçüncü asrın müceddidi, makâmât-ı Ahmediyyeye kavuşmuş, asrının teki, eşsiz kâmil ve mükemmil mevlânâ Hâlid-i Bagdâdî "kuddise sirruh" buyuruyor ki: (Bu ümmetde, sünnet-i seniyyeye yapışmakda, ism, sıfat ve Zât-i ilâhîde keskin görüş ve hepsi hakîkate uygun olan çok yüksek, çok doğru ve çok ince ma'rifetler sâhibi olmakda, Eshâb-ı kirâmdan sonra Imâm-ı Rabbânî "rahmetullahi aleyh" gibi, bir başka kimse göremiyorum. Onun hakîkatini ancak Peygamberler anlar "aleyhimüsselâm". Evliyâ, bundan ne anlıyabilir?) Büyüklerden biri "rahmetullahi aleyh" rü'yâda Resûlullah efendimizden "aleyhisselâm" (Müceddid hakkında ne buyuruyorsunuz?) diye sordu. Cevâbında: (Benim dört halîfem vardır. Beşincisi Ahmeddir) buyurdu. Mazher-i Cân-ı Cânân "kuddise sirruh" da, Peygamber efendimizden "aleyhisselâm" rü'yâda sordu. Cevâbında: (Onun gibi bir başkası ümmetimde var mıdır?) buyurdu.
Onu medh edenlerden birisi de, mevlânâ Hâlid-i Bağdâdînin "kuddise sirruh" yetişdirdiği ulemâ ve Evliyânın en üstünü, âlim, fâdıl, veliyyi kâmil, sayısız kerâmetler sâhibi, seyyid Tâhâ-i Hakkârî "kuddise sirruh" hazretleridir.
İmâm-ı Rabbânîyi "kuddise sirruh" medh eden büyüklerden birisi de, Ulemânın zîneti, Evliyânın ekmeli, seyyid Abdülhakîm Efendidir "rahmetullahi aleyh". Sâlihlerden birine yazdığı bir mektûbda buyuruyor ki: (Zikr ve zikrin te'sîri, derin bir denizdir. Onun derinliklerine kimse varamamışdır. Bir dalgalı deryâdır ki, bütün dünyâ onun bir dalgasını bilmiyor. Dünyâyı kuşatan öyle bir bahr-ı muhîtdir ki, onu kavramağa bütün âlemin gücü yetmez. Zikr, zikr edenlerin kalblerinde hâsıl olan bir hâldir. Söylemesi, yazması, bildirmesi imkânsızdır. Hak teâlâyı, bilen kimsenin dili söylemez olur. Kelîme bulamaz ki, anlatabilsin. Şaşar kalır. Dünyâdan ve insanlardan haberi olmaz. Zikr olunan, Allahü teâlâ olduğu gibi, zikr eden de ancak Odur. Kendisini yine ancak kendisi zikr edebilir. Mahlûkların, Onu zikr etmek haddine mi düşmüşdür? Ancak sıfât-ı ilâhiyyesi ile sıfatlanması için, yaratmış olduğu insana kendisini zikr etmesini emr etmişdir. Herkes, yaratılışındaki kâbiliyyeti kadar, o nihâyetsiz ve dalgalı denizden birşey ile tesellî bulur. Veysel Karânî, o deryânın bir damlası ile tesellî bulmuşdur. Cüneyd-i Bağdâdî, o denizden bir avuç mikdârı ile doymuş, kanmışdır. Abdülkâdir-i Geylânî, ancak o denizin kenârına varmışdır. Muhyiddîn-i Arabî ise, bunun dibinden çıkarılmış bir cevher ile övünmekdedir. İmâm-ı Rabbânî, ondan büyük pay almışdır "rahime-hümullahü teâlâ".
(Allah) kelîme-i celîlesini teşkîle hizmet eden elif, lam ve heharfleri, bu mu'azzam kelîmenin işaret etdiği, hicbirşeye benzemiyenzâtı anlatmağa, âlet ve vasıtadırlar. Bunları söylemek zikr değildir.Zikr, bu kelîmenin netîcesi, semeresi olan bir hâl ve keyfiyyetdir.Bu kelîmeye zikr denmesi mecâzdır. Hakîkî ma'nâ ile değildir.Bunun gibi kelîme-i tevhid de zikr değildir. Ancak söylemek vema'nâsı bakımından zikre âletdir. Zikr, bu kelîmenin ve bu ibâreninkalb ile tekrârından hâsıl olan bir hâldir. Bu hâlin husûle gelmesi,bu kelîme ve ibâreye bağlıdır.)
Çok uzun olan bu mektûbun yukarda yazılı kısmında, imâm-ıRabbânînin "kaddesallahü teâlâ sirrehul'azîz" medh-ü senâsı nekadar vecîz, kısa, fekat geniş ve câmi'dir.
Seyyid Abdülhakîm efendi "kuddise sirruh" mektûblarında vederslerinde: (Ba'de kitâbillah ve ba'de kitâb-ı Resulillah, efdal-ikütüb, Mektûbâtest) buyururlardı. Ya'ni, Allahü teâlânın kitâbıolan Kur'ân-ı kerîmden sonra ve Resûlullahın "sallallahü aleyhi vesellem" hadîs-i şerîflerinin toplanması ile meydâna gelmiş olan Buhârîkitâbından sonra, din-i islâmda yazılmış kitâbların en üstünüMektûbâtdır.
Resûlullahın vârisi, müceddid-i elf-i sânî,
İlm-i zâhirde müctehid, tesavvufda Veysel Karânî.
Dîni yaydı yeryüzüne, nûrlar saçdı her mü'mine,
Uyandırdı gâfilleri, yüce imâm-ı Rabbânî.
İyi bildi ilm-i hâli, şer'a uygundu her hâli,
Küfr sarmışken cihânı, oldu Ebû Bekr misâli.
Sohbetinden feyz aldılar, hem kumandan, hem de vâlî,
Ömer Fârûk soyundandır, buna şâhid oldu adlî.
Netîce :İnsanların huyları ve arzûları ve düşünceleri, başka başka olduğundan, hayâtında, ona karşı iki kısma ayrıldıkları gibi, vefâtından sonra da, bir kısmı medh etdi. Bir kısmı da kötüledi. İmâmın ma'rifetleri cihâna yayılmış olduğundan, düşmânları ne kadar inkâr etdi ise de, örtemediler. Belki, dahâ yayılmasına sebeb oldular. Çünki, inkâr edenler bir i'tirâz zehri saçınca, dostları çeşidli cevâblarla devâ saçdı. Böylece imâmın medhi için yetmişden ziyâde kitâb meydâna geldi. Bunlar arasında en büyüğü, Muhammed Özbekî Mekkînin (Atıyyetül vehhâb fâsılatü beynel hatâ vessavâb) risâlesi olup, düşmânları rezîl etmiş, başlarını bir dahâ kaldıramıyacak hâle getirmişdir. İmâmı "kuddise sirruh" vefâtından sonra, birçok memleketlerde, birçok âlimler medh etmiş, çok fâideli ve ehemmiyyetli kitâblar yazmışlardır. Bunlardan biri, Mekke-i mükerreme müftîsi, şeyhülislâm, imâm-ül-allâme Mevlânâ Abdüllah İtâkî zâdedir "rahime-hullahü teâlâ".
HUSÛSİYETLERİNDEN VE ÜSTÜNLÜKLERİNDEN BİR KISMI ŞUNLARDIR
Hicri ikinci bin yılının müceddidi olan ve ahkâm-ı İslâmiyye ile tesavvufu birleştirerek "Sıla" ismini alan İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin husûsiyetlerinden ve üstünlüklerinden bir kısmı şunlardır: