OTUZÜÇÜNCÜ MEKTÛB

 

Bu mektûb, Muhammed Sâlih-i Gülâbîye yazılmış olup, sevgilinin her işi sevileceği, hattâ sevgilinin eziyyetleri, iyiliklerinden dahâ tatlı olduğu ve (Hamd)in, (Şükr)den dahâ üstün olduğu bildirilmekdedir:

Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği kullarına selâm olsun!

Kıymetli kardeşim, mevlânâ Muhammed Sâlih! Biliniz ki, sevilen, sevenin gözünde, hattâ aslında, her zemân ve her hâlinde sevgilidir. İncitirse de sevilir. İyilik ederse de sevilir. Sevmek ni'meti ile şereflenenlerin, sevmenin tadını alanların çoğu, sevgilinin iyiliklerine kavuşunca, sevgileri artar. Yâhud incitmesinde de, iyiliğinde de, sevgileri değişmez. Hâlbuki, sevenler içinde pek azı vardır ki, sevgilinin incitmesi, sevgilerini artdırır. Bu en kıymetli ni'mete kavuşmak için, sevgiliye hüsn-i zan etmek, iyimsemek lâzımdır. Hattâ, sevgili, bıçağını, sevenin buğazına dayasa ve her uzvunu parça parça etse, seven, bunun kendi için hayrlı olduğunu bilmeli, bunu büyük iyilik ve se'âdet görmelidir. İşte, böyle hüsn-i zan ele geçerse, sevgilinin hiçbir hareketi çirkin gelmez ve (Muhabbet-i zâtiyye) ile şereflenir. Arada hiçbir sıfat, hiçbir nisbet, hiçbir i'tibâr [kayd, bir bakımdan] olmaksızın, yalnız Zât-ı ilâhiyyeyi [kendisini] sevmek, Habîb-i Rabbil'âlemîne "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" mahsûsdur. Böyle sevmekle şereflenenlere, sevgilinin verdiği elemler, iyiliklerinden dahâ çok lezzet verir ve ferâhlandırır. Sanıyorum ki, bu makâm, Rızâ makâmından dahâ üstündür. Çünki, Rızâ makâmında olan, sevgilinin yapdığı elemi çirkin görmez. Bu makâmda ise, elemden lezzet almakdadır. Mahbûbun cefâsı artdıkca, sevenin ferâhı ve sevinci artmakdadır. Bu ikisi birbirine benzer mi? Sevgili, sevenin gözünde, belki aslında, her zemân ve her hâlde, sevgili olduğu için, sevenin gözünde, belki aslında mahbûb olur. Her zemân ve her hareketinde medhedilir, hamd olunur. Seven, onun elemini de, ni'metini de, hep medh eder. Bunun için, sâdık olan âşıkların, (Elhamdülillâhi Rabbil'âlemîn alâ küll-i hâl) demeleri doğru olur. Sıkıntılı ve neş'eli zemânlarında hep hamd eden, hâmidlerden olur. Hamd etmenin, şükr etmekden dahâ kıymetli olmasının sebebi belki de budur. Çünki, şükr etmekde, sevgilinin ni'metleri göz önündedir ki, sıfatlarından, hattâ işlerinden meydâna gelmekdedir. Hamd ederken ise, sevgilinin hüsn-i cemâli, ya'nî kendisi göz önündedir. Ya'nî zâtı da, sıfatları da, işleri de, ni'metleri de, elem vermesi de, hep sevilmekde, medh olunmakdadır. Çünki, Allahü teâlânın verdiği elemler, ni'metleri gibi güzeldir. Görülüyor ki, hamd, senâ etmenin, övmenin en üstün şeklidir ve hüsn-i cemâli, en toplu olarak göstermekdedir. Sevinç hâlinde de, sıkıntı hâlinde de hamd edilmekdedir. Şükr ise, ni'met zemânlarında olup, devâmlı değildir. Ni'met kalmayınca, ihsân bitince, şükr de kalmaz.

Süâl: Ba'zı mektûblarda, rızâ derecesinin, sevmekden ve sevgi derecesinden üstün olduğunu bildirmişdiniz. Şimdi ise, sevmek makâmının rızâ derecesinden üstün olduğunu söyliyorsunuz. Bu iki söz arasını bulmak nasıl olur?

Cevâb: Şimdi bildirdiğimiz muhabbet makâmı, o mektûblarda, yazmış olduğumuz muhabbet makâmından başkadır. O sevgide, az da olsa, çok da olsa, başka bağlılıklar ve görüşler de vardır. O sevgiye de, herne kadar, muhabbet-i zâtiyye diyorlar ve yalnız kendisini sevmekdir biliyorlar ise de, yalnız zâta, kendine sevgi değildir. Çünki, o sevgi makâmında bulunan bağlılıklardan başka şeyleri de görmekden kurtulamıyor. Bu makâmda ise, hiçbir bağlılık, hiçbir başka görüş yokdur. Ba'zı mektûblarda, Rızâ makâmının üstünde, ancak, Peygamberlerin sonuncusuna "aleyhi ve aleyhim ve alâ âli küllinissalâtü vesselâm" yol vardır. Başka kimse buradan ileri geçemez demişdik. Herşeyin doğrusunu, özünü, Allahü sübhânehu bilir.

Şunu bilmelidir ki, herhangi birşeyin, zâhire [nefse, bedene] çirkin gelmesi, bâtının, kalbin beğenmemesi demek olmaz. Görünüşde acı olması hakîkatde tatlı olmasına mâni' olmaz. Çünki, olgun olan bir ârifin şeklini, görünüşünü, herkes gibi bırakmışlardır. İnsanlık sıfatlarını, ondan almamışlardır. Böylece, onun kemâlini, başkalarının gözünden örtmüşlerdir. Dünyânın, tecribe, imtihân yeri olmasını sağlamışlardır. Doğru yolda olan ile, yoldan çıkan, birbirine karışmakda, benzemekdedir. Kâmil olan ârifin, görünüşü ve şekli yanında, içi ve özü tıpkı bir insanın, üzerindeki elbisesine bağlılığı gibidir. İnsanın kıymeti yanında, elbisenin ne kıymeti vardır? Onun sûretinin, hakîkati yanındaki kıymeti de böyledir. Câhiller, ârifin sûretini, dağ gibi görür. Kendi hakîkatsiz, özsüz sûretleri, görünüşleri gibi sanır. Bunun için, bu büyükleri inkâr eder, inanmazlar. Bunlardan istifâde edemez, mahrûm kalırlar. Allahü teâlâ, doğru yolda gidenlere ve Muhammed Mustafânın "sallallahü aleyhi ve sellem" izine yapışanlara selâmet versin! Âmîn.

[Yukarıdaki mektûb, Vehhâbîlere tam bir cevâb vermekdedir. (Feth-ul-mecîd) adındaki vehhâbî kitâbının birçok yerinde, meselâ beşyüzüçüncü sahîfesinde diyor ki, (Peygamberden, hattâ her diriden istişfâ' etmek, ya'nî düâ istemek câizdir. Ölüye de düâ edilir. Fekat ölüden düâ istemek yasak edilmişdir. Allahü teâlâ, (İşitemiyenden ve cevâb vermiyenden istemek şirk olur!) buyurdu. Ölüler ve uzakda olanlar işitmezler ve cevâb vermezler. Eshâbdan ve âlimlerden hiçbiri, Peygamberlerin "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" kabrine gelip birşey istemediler) diyor.

Bu sözlerin yanlış ve iftirâ olduğu, ikinci kısmın onyedinci maddesinde uzun yazılıdır. (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının, (Müslimâna nasîhat)kısmında da, misâller ve vesîkalar ile isbât edilmişdir. Eshâb-ı kirâmın hepsi, bütün Evliyâdan dahâ yüksek idi. Hepsi, zât-ı ilâhînin sevgisine kavuşmuşdu. Allahü teâlânın kazâ ve kaderinden râzı idiler. Başlarına gelen acı, sıkıntılı şeylerden de zevk alırlardı. Bunun için kendilerine sıkıntı veren şeylerden kurtulmak için, ölüden de, diriden de düâ, şefâ'at istemezlerdi. İbâdete, cihâda, çalışmağa mâni' olacak hastalıkdan şifâ için düâ ederlerdi. Hazret-i Ömer, Osmân ve Alî ve Hasen, Hüseyn "radıyallahü anhüm" şehîd olurlarken, Allahü teâlânın bu takdîrinden zevk aldıkları için, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" mubârek rûhundan yardım istemediler. İsteselerdi, Resûlullah elbet işitir, düâ ile veyâ kendisi hemen kurtarırdı. Kabrde işitdiğini hadîs-i şerîfleri bildiriyor. Vefâtından sonraki mu'cizelerini de, Eshâb-ı kirâm haber veriyor.

Allahü teâlâ, kullarına acıdığı zemân, Peygamberlerini "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" ve Evliyâsını tanımaları için ve bunlara inanarak, severek, saygı göstererek feyz almaları, se'âdete kavuşmaları için, mu'cize ve kerâmetler yaratdı. Eshâb ve Tâbi'în zemânlarında, kalbler temiz, parlak olduğu için, müslimânlar, Evliyâyı hemen anlıyor, feyz alıyorlardı. Kerâmet yaratılmasına lüzûm kalmıyordu. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" zemânından uzaklaşınca, bid'atler, fısk, fücûr artarak, zulmetleri kalbleri karartdı. Evliyâsını tanıtmak için, bol kerâmetler yaratdı. Ancak, kullar böylece gafletden uyanıp, Evliyâdan feyz alabildiler. Bir Velîde kerâmetin çok görülmesi, dahâ yüksek olduğunu bildirmez].

Şunlar kim, burada, gönüller yapar,
zekâtını verir, hem, fakîre bakar.
Alışda-verişde sünnete uyar,
İslâmiyyeti gözeten eller yanar mı?
Hevâ ve hevesden kendini kurtaran,
Allah korkusundan benzi sararan,
Nemâzın dünyâda tadını alan,
Secdeye bükülen beller yanar mı?